Skip to main content
search

Aynı şeyi yapmak birkaç kez doğru sonuç vermiş olabilir. Ancak aynı şeyleri sürekli olarak tekrar etmek bir noktadan sonra çağa yenilmek anlamına geliyor. Şirketiniz ne kadar köklü olursa olsun, yeniliklere mutlaka ayak uydurmak zorundasınız.

Böyle bir girizgâh yaptıktan sonra 1888 yılında kurulmuş, uzun yıllar boyunca fotoğraf ve film pazarının tek başına hâkimi olmuş ve çocukluğumda da derin izler bırakmış bir dünya devi olan Kodak firmasına değinmeden edemeyeceğim. Öyle bir firma düşünün ki neredeyse tüm güzel hatıraların arka yüzünde imzası var… Z Kuşağı için bu tarz söylemlerin hiçbir anlamı olmadığının farkındayım. Bir geziye gittiğinizi düşünün, eğer bir tane film rulonuz varsa maksimum 36 poz çekebilirsiniz -çoğu zaman 36. poz yanar ve heba olurdu. Geziden döndükten sonra soluğu fotoğrafçıda alırdınız, fotoğrafçı pozları en iyi ihtimalle birkaç güne banyo eder ve ancak sonrasında çektiğiniz kareleri görebilirdiniz. Ne kadar büyük bir meşakkat değil mi?

O zamanlar insanların böyle bekletilmelere zamanı da sabrı da vardı çünkü dijital fotoğraf makineleri daha doğmamıştı. Konunun benim çocukluğumla olan ilgisi bu süreçten bağımsız olduğu kadar tam anlamıyla bu süreçle alakalı. Kodak’tan hemen sonra o konuya da geleceğim.

İki paragraf önce, uzun yıllar dünyada bu sektörün tek sahibinin Kodak olduğuna dem vurmuştum. Belki de çok az şirket kendi sektörünün bu kadar büyük bir tekeli olmuştu. Neredeyse tüm dünyanın fotoğrafları, filmleri Kodak sayesinde çekiliyordu. Bugünle kıyaslamak imkânsız. Çünkü bugün bu görevin büyük bir bölümünü akıllı telefonlarımızın sıradan bir özelliği ile hallediyoruz.

Kodak bir dönem fotoğraf makinelerini bedava ya da çok uygun fiyatla müşterilerine ulaştırıyor ancak film rulolarını hatırı sayılır meblağlara satıyordu. Tam bir tekeldi!

90’ların sonuna gelindiğinde tehlike çanları Kodak için çalmaya başlamış ama şirket yetkilileri hiç de oralı olmamışlardı. Pazara dijital kameralarla giren birçok oyuncu hızlanıyor, söz sahibi olmaya başlıyordu. Kodak ilk dijital adımını 2000’lerin ortasında atmış ve haliyle artık her şey için çok geç kalınmıştı. Fotoğraf, film gibi bir pazarda dijitalleşme için feci derecede geç kalınmış bir zamandı bu. Alınan krediler, borçlar… Artık bıçak kemiğe dayanmıştı ve 2012’de koskoca Kodak mağlubiyeti resmen kabul etmiş, iflasını açıklamıştı.

Kodak Dondurma Demekti…

Yaklaşık 2 yıl önce hayatını kaybeden büyükbabam 1950’lerde bir fotoğraf dükkânı açmıştı. İstanbul’daki çok az sayıdaki fotoğrafçıdan birisiydi. İyi paralar kazanmıştı. Tabii ki bu kazançlar teknolojiye ve Kodak’a yaptığı yatırımları sayesinde olmuştu. 2000’lerin sonuna geldiğimizde dükkân onun için bir para kazanma yeri olmaktan çok sosyalleşme alanı haline gelmişti. Artık yaşının da verdiği yorgunlukla kendisi de dahil kimseyle yarışamaz olmuştu. Kodak’ın iflasıyla hemen hemen aynı dönemlerde büyükbabamın da kariyeri artık sona ermişti. Küçükken, yaz aylarında her gün dondurma harçlığımı almaya dükkânına giderdim. Kodak’ın sarı kırmızı logolu kutuları, posterleri dükkânın her yerindeydi. Yani benim için Kodak logolu kutular görmek, birazdan dondurma yiyeceğim anlamına gelirdi…

Kodak’ın bu kötü sonla biten hikâyesi özellikle pazarlama, ticaret gibi birçok üniversite bölümünün ders müfredatında yer alıyor. Aslında Kodak’ın en büyük problemi uzun dönem rakipsizlikten doğan bir ataletten başka bir şey değil.

Aynayla Yarışmak

Buna kibir mi denir, körlük mü denir bilmiyorum. Ancak bu durum geçmişte çağı yakalayamayan her şirket için aynı sonucu doğurmuştur ve gelecekte de doğurmaya devam edecek. Bugün kendi şirketinizi düşünün. Ürün ya da hizmet gamınızdaki en kıymetli şeyi gözünüzün önüne getirin. Belki de o “şey” tüm pazarı domine ediyor ancak yarının garantisi yok. Bir gün gelecek ve muhakkak o “şey” ölecek. O “şey”i öldüren pazarın yeni sahibi olacak. Bir pazarın tek sahibi olabilirsiniz, yarışacak kimseniz yoktur. O zaman da kendinizle yarışmanız iktiza eder. Yani kendi başınızı, daha başarılı ve yine kendinize ait başka bir başla kesmeniz gerekiyor.

Yalnızca Volkswagen’in değil dünya otomobil tarihinin fenomen modeli olan Beetle bu durumun güzel bir örneğini oluşturuyor. Adı yok namı vardı. Ülkemizde Beetle olarak pek bilinmez Vosvos, Tosbağa, Kaplumbağa gibi takma adlarla anılırdı. Gittiği her ülkede çok sevilen ve yine yerelleştirilmiş çeşitli lakaplarla anılan bir otomobildi. Volkswagen, Vosvos’u tadında bırakarak önce Almanya’daki fabrikalarında sonra da yavaş yavaş diğer ülkelerdeki fabrikalarda üretimini durdurdu. Çünkü teknoloji ilerliyor ve yeni tasarımlara yer açmak gerekiyordu. Günümüzde ise Volkswagen yönetimi artık çağa uygun otomobiller yapmıyor ya da daha da kötüsü yapamıyor. Kabul edilemeyecek düzeydeki teknolojiden uzaklıklarının yanı sıra otomobillerinde kullanılan son derece kalitesiz malzemelerinin sonuçlarını, çakılan satış rakamlarından izlemek mümkün. Tüm bunların yanı sıra elektrikli otomobillerinin sınıfta kalması ve kapatılan ya da kapatılmak üzere olan fabrikaları da Volkswagen için durumun kötüye gittiğine işaret. Benzer durumlar diğer Avrupa menşeli otomobil üreticileri için de geçerli. Düne kadar burun kıvırdığımız Çinlilerin ürettiği harika ve çok uygun fiyatlı otomobiller çok ciddi bir rakip olarak göze çarpıyor. Avrupalı devletlerin Çin otomobillerine karşı uyguladığı fahiş vergiler de Avrupalı otomobil üreticilerini kurtaramayacak gibi duruyor. Görünen o ki “Çin Tehlikesi” Avrupalı otomobil baronlarını yerinden edecek.

Özellikle Steve Jobs dönemi Apple’da “kendiyle yarışmanın” en güzel örneklerine çok sık rastlıyoruz. Bir dönemi kasıp kavuran iPod Classic’ler yerini dokunmatik ekranlı iPhone ve iPod Touch’a bırakmıştı. iPod Classic yaklaşık olarak 400 milyon adet satmıştı. Böylesine iddialı bir ürünü kapatıp, ürün gamına yeni ürünler eklemenin kararını vermek için çelik gibi sinirlere sahip olmak gerekir herhalde. Ancak iPod Classic 400 milyar dahi satsa bir gün mutlaka ölecekti ve katil zirvenin sahibi olacaktı. Steve Jobs zirveyi kimseye bırakmamıştı.

Eldeki negatif ve pozitif örneklere bakınca iş yine dönüp dolaşıp İnsan Kaynaklarına geliyor. Sahip olduğunuz insan kaynağının vizyon skoru, başarı yolculuğunuzla tam korelasyon halinde işler. Adı sevimsiz olsa da gelişmek için her zaman vizyoner katillere ihtiyacımız var.

Yaşasın vizyonerler, yaşasın katiller!